28 Kasım 2011 Pazartesi

Yürüyen Dystopia

Neo-noir filmlerdeki kıyafetleri hep dolabımda istemişimdir. Özellikle de Blade Runner'daki Rachel'ın abartılı 1940'lar tarzını ve Pris'in kıyafetlerini. Maşalı saçlar, yırtık çoraplar, asit geçirmeyen transparan yağmurluklar falan... Sanki aynı anda hem partiye hem de dünyanın sonuna gidiyormuşsun gibi.





Christiane F. ve Toplu Konutlar

"Piss and shit all over the place; just take a look at it. At first sight it looks fine, with its lawns…and shopping centres. But the staircase of the flats stinks. What can kids do, when they're playing outside? They'll shit themselves waiting for the lift, so they go in the lobby."



Çocukluğumun ve ergenliğimin üzücü bir kısmı doktor kontrolünde ve artık her şeklini, her türünü ezbere bildiğim hemşire kısmısının elinde geçti. İnsan bir süre sonra hastanelerle metal müzik konserleri, hemşirelerle de punkçılar arasında özel bir bağ olduğunu düşünmeye başlıyor. İkisi de bana metal ve punk’ın kökeninde ki soğuk, kasvetli ve üzücü kuzey havasını hatırlatıyor. Ve kendilerini ısıtmak için dövüşen, kılıçlar döven, hayvanlar gibi bağırıp çağıran, ne dedikleri anlaşılmayan, kan akıtan İskandinav ve Britanya atalarını... Lilja 4-ever’ın başında çalan Rammstein’ın 'Mein Hertz Brennt' şarkısı ve bir fabrikanın bacasından soğuk, İsveç göğüde doğru yükselen dumanın içinde uçan bir martı demek istediğimi daha iyi görselleştirebilir belki. Sylvia Plath’ın hemşireleri beyaz martılara benzetmiş olmasını da eklersek... Her neyse konumuz Rammstein veya Sylvia Plath arasında paralellik kurmak değil. Konumuz toplu konutlar.
14-15 yaşımdayken okuduğum Christiane F'in Eroin adlı romanı yukarıdaki cümleyle başlıyordu. On beş yirmi katlı apartmanlarda oynayan çocuklar tuvaletleri geldiğinde eve çıkmak için asansörün gelmesini beklerken lobide altlarına ediyorlardı. 80'ler lobide altlarına eden çocukların dönemiydi. O yüzden şu toplu konut fotoğrafları bana hep 80'ler kültürünün toplu bir resmi gibi gelir. Burun deliklerini yakan idrar ve formaldehit kokusu. Kesik kesik nefes almak. İnsanın ruhunu soğutan metal müzikler ve bacalardan çıkan kömür dumanları arasında uçan martılar hep bu resme eşlik eder.
Şunu da ekleyeyim, tam olsun:

H&M'in Dragon Tattoo Koleksiyonu





Valhalla sizi bekliyor. Son savaşta giyeceğiniz kıyafetlere hala karar vermediniz mi? Eğer Lisbeth Salander tarzı bir Valkyrie olmak isterseniz bu yazıyı dikkate alın: İsveç markası H&M, David Fincher'ın aynı adlı kitaptan uyarladığı 'Girl with the Dragon Tattoo' filminden etkilenerek yeni bir kıyafet koleksiyonu satışa sundu. Üstelik 30 parçalık koleksiyondaki kıyafetlerden bazıları Rooney Mara'nın filmde giydiklerinin bire bir kopyası. Siyah kot ceketler, kapüşonlu kazaklar, motosiklet pantolonları, yıpranmış hırkalar ve bluzlar, salaş botlar... Hepsi İsveç'in gitar solosu gibi uzayıp giden ve kulakları tırmalayan soğuk kışının baştan aşağı punk rock havasını yansıtıyor.









27 Kasım 2011 Pazar

Drive (2011)



Driver: "I don't have wheels... on my car. That's one thing you should know about me."

Baş rolünde Ryan Gosling'in oynadığı Drive, tereyağından kıl çeker gibi ilerleyen, retro bir B-filmi. Hırsızlara şoförlük yapan bir Hollywood dublörünün içinden çıkılması imkansız bir belaya bulaşmasını konu alıyor.
Romantik filmlerden şöyle bir omuz hareketiyle silkinip kurtulan Gosling 'Drive'da öyle soğukkanlı bir oyunculuk sergiliyor ki, adeta gölgesiz bir karakter çıkartıyor karşımıza. Ne geçmişi var, ne de geleceği. Adı bile yok, o sadece Şoför.
Belki de hakkında hiçbir şey bilmiyor oluşumuz, onu kusursuz bir sanat eseri olarak algılamamıza neden oluyor. Özellikle de üstü başı kan içinde (kendi kanı değil) umursamadan yürürken. Gerekeni yapan ama durup bunun hakkında konuşmayan ve yakınmayan bir adam. Veya ön koltukta oturan ve sadece ensesini gördüğümüz bir şoför. Yönetmen de Gosling'i daha çok arkadan çekerek, bu durumun üstüne gitmeyi ihmal etmiyor.
Gosling'in yan komşusu Irene'i Carey Mulligan canlandırıyor. Oyunculuğuna diyecek bir sözüm yok ama bana kalırsa kötü bir cast hatası.
Sonuç olarak Drive muhteşem bir film sayılmaz, ama okyanustaki ölüm ve asansör sahneleri mafya filmleri arasında kendine eşsiz bir yer edinmesini sağlıyor.
Bir de insanın içinde yer eden öyle ucuz bir pulp duygusallığı da var ki, (kanın toz zerrecikleri gibi gün ışığında uçuşması gibi) hiçbir şeye değişmem.

26 Kasım 2011 Cumartesi

Bir Cumartesi Gecesi Suça Ortak Olmak




Bunu biliyordum, konu cinayet oldu mu, kimse İngilizlerin eline su dökemez. Yeni bir şey değil. Sherlock Holmes'ten beri Kraliçenin topraklarının hem katillere hem de dedektiflere yakın durmak gibi - ve her ikisine de günah işletmek gibi - kötü bir huyu var. Bir cumartesi gecesi karşıma çıkan siyahi karakter John Luther da sapına kadar İngiliz bir dedektif. Bunda cinayetleri David Bowie yöntemiyle çözmesi de etkili tabii. (Biz buna kısaca dekupaj diyebiliriz.)
Sisli, kasvetli ve gri şeyleri seviyorsanız Luther'ı mutlaka izleyin. Şu aralar cumartesi geceleri foxlife kanalında oynuyor.
İzleyemiyorsanız soundtrack'ini dinleyin.

"Oh well the devil makes us sin,
But we like it when we're spinning in his grin."




"Stuck, you're shaking, sweating, whining and regretting
You're making a scene but it's gonna get you caught"





"Change your heart, look around you,
Change your heart, it will astound you"




"Dont'cha know that no one alive can always be an angel?"

2 Eylül 2011 Cuma

Polanski!



Yönetmenler basit işleri olan insanlar olsaydı, Polanski mutlaka mezar kazıcısı olurdu. Polanski'nin 'Knife in the Water' ve 'Repulsion'dan sonraki 'Cul-de-sac'ı da mezardan yeni çıkmış denecek çirkinlikteki karakterleri ve bir türlü gömülmek istemeyen cesediyle bu düşünceye arka çıkan filmlerinden.

28 Ağustos 2011 Pazar

Korku filmlerinden daha korkunç şeyler de var



Rüyamda...
Eski bir sinema salonundayım. Tüm eski sinema salonları gibi bu da küf ve kedi çişi kokuyor. Beyoğlu Fitaş'ın yenilenmeden önceki kırmızı koltuklu, dik sıralı salonlarına benziyor. Karşımdaki büyük perdede siyah beyaz bir korku filmi oynamakta. Gözleri korkuyla büyümüş sarışın Hollywood aktrisleri ve endişe içinde erkekler. Bol diyalog, az aksiyon, eski moda efektler. Kendimi filme tamamen kaptırmışım.
Bir kahkaha sesi duyup başımı çeviriyordum ve Hannibal Lecter kılıklı yaşlıca bir adamın yanımdaki koltukta oturmuş heyecanla filmi izlediğini görüyorum. Üzerinde yazlık bir takım elbise var. Tarçınlı parfümü burun deliklerimi yakıyor. Ona baktığımı fark edip yüzünde alaylı bir ifadeyle bana gülümsüyor. Sonra da kelimeleri, sanki tadını beğendiği bir yemeği yavaş yavaş çiğniyormuşçasına ağzında döndürerek, "Biliyor musun tatlım," diyor, "Hayatta korku filmlerinden daha korkunç şeyler de var." Yüzü bir anda değişiveriyor. Kaşları kalkıyor, şakakları şişiyor, göz çukurları derinleşiyor ve köpek dişleri dışarı doğru uzuyor. Ben daha neler olduğunu anlayamadan vampire dönüşüyor. Nefesimi tutuyorum, ama korkmuyorum. Boynuma atlayıp kanımı emiyor. Büyük yudumlar. Gene de sonuna kadar değil... Ben bayılmadan önce duruyor. Ceketinin cebinden ipek bir mendil çıkarıp dudağının kenarından akan kanı siliyor. Sonra her zamanki nazik sesiyle, "Hadi hayatım," diyor. "Biraz daha oyalanırsak uçağı kaçıracağız."
Kendimi onun masasında hem misafir, hem de yemek gibi hissederek kalkıyorum. Ve fazla vampir filmi izlemenin etkisiyle gördüğüm bir rüyadan daha kazasız belasız sıyrılıyorum.

7 Ağustos 2011 Pazar

Wouldn't be perfect?

günün back to the 90's şarkısı

Only Enemies Speak The Truth (Stephen King)



Stephen King içinde gezindiği kurgunun harabelerini aydınlatmak için beraberinde günahların meşalesini getirir. Onun kabuslarında hayaletli oteller aileyi, grotesk canavarlar eğlencenin dozunu kaçıran gençleri temsil eder. Ve Stephen King kötülüğün dehşetengiz halesiyle bizleri sarmalamak için meşalesini hep en yukarda tutar.
Kitap raflarının olduğu kadar beyazperdenin ve televizyonun da aşina olduğu bir isim Stephen King. Onun romanları sadece hikayeleri ilgi çekici olduğu için değil, aynı zamanda kaynağını eski gotik öykülerden aldığı ve onları popüler kurgusu olan modern bir hikayeye çevirebildiği için de olağanüstü. King, gotik gözlerle gelişmekte olan dünyayı seyretmeyi seviyor ve hayaletlerin tülden perdesinin ardında orta sınıf bir Amerikalı’nın günahlarının yattığına inanıyor. Karısını döven kocalar, hızlı arabalar, ağzı bozuk gençler, abur cubur tüketimi gibi birçok döküntü, Vietnam Savaşı’nın Amerika’ya hediyesi. Ve Amerikan rüyasının çöktüğü her çukurda karanlık ve yapışkan bir şeyler yeryüzüne çıkmayı bekliyor.

You and me and the devil makes three

Ben en çok Stephen King'in otellerinden korkarım. Shining'deki, 1408'deki oteller. Asansörlerinde oda müziğinin çaldığı, büyük salonlarında partilerin verildiği, odalarında yasak aşkların yaşandığı, kimilerinin vahşice öldürüldüğü, porselen yüzlü kadınların umutsuzca küvetlerinde bileklerini kestiği oteller. Onlar aslında yüzlerin bir belirip bir kaybolduğu hayaletli şatoları andırıyor. Bu yüzden korku sinemasının yeni gotik mekanının oteller olmasına şaşmamalı. Kulelerin, galerilerin, merdivenlerin ve koridorların eklenmesiyle grotesk şekillere bürünen, uzak kapıların, yüksek ve aşınmış çatıların derin karanlığının altında sessiz bir umutsuzluğa gömülen oteller insanı kendi şeytanlarıyla yüzleştirecek bir sürü gölgeye, bir sürü yalana sahip.

Kalbin Mürekkep Lekeleri




Bir kadın, özellikle de her şeyi bilme talihsizliğine uğramışsa eğer, bu bilgisini kendine saklamak için elinden geleni yapmalıdır.
Jane Austen

Gemiye bir kadın almak uğursuzluk getirir. On sekizinci yüzyılın sonlarına kadar aynı inanç kütüphaneler için de geçerliydi. Kadınlar birkaç dost ve acıları için yazarlar, kitapları kütüphane raflarının karanlık ve tozlu gölgelerinde unutulurdu. Ancak on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında para kazanmak için yazı yazan ve çeviriler yapan orta sınıfa mensup kadınlar ortaya çıkmaya başladı. Taşradaki evlerinin oturma odasında kaleme sarılıp kelimelere sığınan bu eğitimsiz kadınlar sadece gözlemlerine ve duygularına dayanarak yazıyorlardı. İşte onların mucizesi de buydu. Kendilerine ait bir odaları olmadığı için sabahın en erken saatlerinde ve gece herkes yatağa girdikten sonra mum ışığında çalışırlardı. Yalnızca günbatımıyla gün doğumu arasındaki o eşsiz saatlerde özgür bırakılan bu gecelikli ve mürekkep lekeli kadınlardan biri de Jane Austen’dı.
Bazen genç bir kızın eli görülmemiş şeyleri yoklamak ister ve o bilindik yoldan ayrılır. On sekizinci yüzyıl İngiltere’sinde çamaşır ve bulaşık leğenlerinden, domuz ağıllarından ellerini çıkartıp yazmaya başlayan Jane Austen’ın, dirseğe kadar uzanan eldivenler, kır gezintileri, danslar, bahçede ikindi çayları ve bitmek bilmez evlilik teklifleriyle dolu gençlik yıllarının kendi kitaplarına yansıdığını görüyoruz. İngiliz kırsalında geçen bu romanlar açık havaya ihtiyaç duyan bünyeler için mükemmel.

Lanetin Mavi Notaları



Mississippi Nehri’nin güneyindeki topraklarda tuhaf ruhlar dolaşır. Onlar, umutsuz kölelerin, ağaçlarda sallandırılan siyah bedenlerin, aşağılanmakla geçen bir tarihin izlerini taşıyan bu nehir deltasında, siyah müzisyenlerin gırtlaklarına konuşlanıp sapsarı çayırlar gibi dalgalanan mavi ruhlardır. Kederi ve acıyı körüklediğine inanılan bu ruhların şarkılar aracılığıyla konuştuğu söylenir ve onların anlattığı hikayeye blues denir.

Güneşin Kara Lekesi

Blues müziği Amerika’nın üzerine damgalanmış tekinsiz ve günahkar bir lekeyi andırıyor. Afrika’dan getirilen kölelerin plantasyonlarda söylediği şarkılardan doğan bu müzik türünde bilinmesi mümkün olmayan, vahşi ve karanlık bir şeyler gizli. Aynı zamanda hem bir yardım çağrısı, hem de kurtulması mümkün olmayan bir lanet. Tıpkı bataklıklar gibi. Ancak güneşin cayır cayır yaktığı topraklarda yeryüzündeki cehennemi yaşayan insanların tutunabildiği tek dal da gene mavi şeytanların dans ettiği dumanlı barlarda çalan bu kederli müzik.

Güney Gotiği

Siyah adamın söylediği şarkılarda bir yılanı bile deliğinden çıkartacak bir büyü gizli. Güney’in esrarengiz titreşimlerine kapılıp giden bir büyü bu. Arka planında Blues müziğinin çaldığı, alışılmadık, hatta grotesk karakterlerin mistik öykülerde bir araya geldiği bu farklı öz, Güney Gotiği denen bir tarzın da başlıca unsuru. William Faulkner, Tennessee Williams, Truman Capote, Flannery O'Connor gibi yazarların eserleriyle Güney’i ve kavurucu güneşin altında yaşanan lanetli yaşamları anlatan bu edebiyat türünün rahatsız edici hikayelerinden biri blues şarkılarında anlatılıyor.
Blues dinlemenin hoş bir deneyim olduğu söylenemez. Çünkü gücünü tensel ihtiyaçların en katıksız duygularından alıyor ve müziğin sesi insanı iliklerine kadar ürpertiyor.

Güney Gotiğinden Örnekler
Kitap

Tapınak: William Faulkner
Arzu Tramvayı: Tennessee Williams
İyi İnsan Bulmak Zor: Flanery O'Connor
Sevilen: Toni Morrison
Ve Eşek Meleği Gördü: Nick Cave
Yeşil Yol: Stephen King
Vampirle Görüşme: Anne Rice

Film
Arzu Tramvayı
Kızgın Damdaki Kedi
Şeytan Çıkmazı
İhtiyarlara Yer Yok
A Love Song for Bobby Long

Televizyon
True Blood

Kızıl Yetimhane



Sessizlik, binalar için doğal bir ortam değildir. Binaların, içinde yaşayan insanlara ihtiyacı vardır. Kapılardan girip çıkan siluetler, koridorlarda ritmik bir şekilde takur tukur eden topuklar, tırabzanları tutan eller ve pencerelerden dışarı bakan yüzler olmazsa onlar da sararıp solar, hastalanıp ölürler. Ve tıpkı hayaletler gibi geri gelirler.
Büyükada’daki Christos Tepesi’nin (İsa Tepesi) üzerinde yükselen Rum Yetimhanesi bahsettiğim türden bir yapı. Dünyanın ikinci büyük ahşap yapısı olarak bilinen bina 1960’lardan itibaren boş bırakılıp göz göre göre ölüme terk edilmiş. Geçen zaman nelerini almamış ki? Bir zamanlar insanı hayallere sürükleyen kırmızı boyaları kuruyup dökülmüş, bahçesi bir düşten başka bir şey olmaması gereken bir sisle kaplanmış, camsız pencereleri hortlakların oyuk gözlerini andırır olmuş.
Bu heybetli, ahşap yapı tekdüze, kurşun renginde bir hayalete dönüşmüş.
İşte bu yüzden dayanılmaz bir kötümserlik hissi bırakıyor onu görenin üzerinde. Sisli ve sırlarla örülmüş bir görüntüsü var. İnsan yetimhane binasının karşısında durup ona baktığında hayaletlerini çağırmaya başladığını hissediyor. Burası ancak kabuslarımızda görebileceğiniz türde korkunç bir yer bile değil, kabuslarımızdan da daha korkunç bir yer.

Prinkipo Palas

Ama önce onun hikayesini öğrenmekte fayda var. Soylu fedakarlıklar, mucizevi iyileşmeler, trajik ayrılıklar, kaybedilen veya kazanılar umutlarla dolu hikayesini. Bina 1898–1899 yıllarında bir Fransız şirketi tarafından beş katlı bir otel olarak inşa edilmiş. Otelin ortaklarından biri, aynı zamanda Pera Palas’ın da ortaklarından olan Kont Maurice Bochart’tı. Prinkipo Palas adı verilen binayı kırmızı renginden ötürü ada sakinleri kendi aralarında Kızıl Saray ya da Al Palas olarak çağırırlarmış. Tıpkı Pera Palas ve Beyoğlu’ndaki birçok yapı gibi burada da mimar Alexandre Vallaury’nin imzası var. Kim bilir belki burası da Pera Palas gibi dünyanın ileri gelenlerini ağırlayacak ve tarihi bir simge haline gelecekti. Ancak Sultan Abdülhamid salonlarında iktidara karşı toplantılar yapılabilir gerekçesiyle otelin açılmasına izin vermedi ve bina birkaç sene boyunca boş kaldı.

Zarifi’nin hediyesi

Dünyanın ilk çok katlı ahşap yapısı olan bu binanın kaderinde zenginleri, görmüş geçirmiş yaşlıları, bohem sanatçıları ve balayındaki çiftleri ağırlamak yoktu, demek ki. Burası çok daha masum ve sapına kadar yürekten bir nedenle yeniden kapılarını açacaktı. Osmanlı’nın büyük bankerlerinden Leonidas Zarifi’nin dul eşi Eleni Zarifi tarafından 3700 Osmanlı altınına satın alınarak Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne bağışlandı. O güne kadar Balıklı Rum Hastanesi’nin bir kanadında işlev gören yetimhane de 1903 yılında buraya taşındı. Hatta Padişah da çocukların rahatı için yetimhaneye 146 altın bağışladı.
İlk açıldığı yıllarda burası yetim çocuklar için tam bir düşler bahçesiydi. Yetimhanenin ahşap süslemeli bir tiyatro salonu ve çocukların dönemin ünlü filmlerini izleyebilecekleri bir sesli sinema makinesi bile vardı. Pencereleri Sedef Adasına açılan yemekhanede Osmanlı mutfağının eşsiz yemekleri pişiyordu. Çok amaçlı, iyi düzenlenmiş kütüphanesinin raflarında çocuk kitapları sıra sıra dizilmişlerdi. Ada rüzgarından hastalanan çocuklar için reviri 24 saat açıktı. Bir de mermer merdivenli yangın kulesi vardı.

Yeniden terk edildi

Gel zaman git zaman I. Dünya Savaşı patlak verdi. Bu birçok değişimi de beraberinde getirdi. Savaş sırasında Kuleli Askeri Lisesi’nin öğrencileri de yetimhane binasında kalmaya başladılar. Savaşın ardından işgal kuvvetleri tarafından adaya yollanan Rus göçmenler odalara yerleşitiler. Sonunda yetimhane Heybeliada’ya taşınmak zorunda kaldı. İstanbul Rumlarının giderek azalmasıyla gelen gideni de azaldıı ve 1964’ten sonra Kızıl Saray bir kez daha yalnızlığa mahkum edildi.

Ağaçtaki çocuklar

Bütün bunları düşünerek bahçe kapısından içeri girdim. Ses çıkarmadan yürüyerek yetimhane binasının etrafında dolaştım. Bina içi oyulmuş devasa bir ağacı andırıyordu. Muhtemelen altı katlı iki kanadı olan beş katlı bu heybetli yapı burada yaşamış yetimler için gerçek bir ağaç evdi.
İçeri girmek tehlikeli ve korkutucu olduğu için şimdilik sadece başımı pencerelerden içeri uzatmakla yetinmek zorundaydım. İçeride gördüğüm şeyler – tavandaki oymalar, kemerli kapılar, dokundukça çıtırdayan pencere kirişleri – düşlere özgü o tuhaf tanışıklık hissini uyandırıyordu. İnsan az önce yemekhanede küçük bir çocuğun çorbasını yudumladığını gördüğüne, sınıflardan kağıt kalem seslerin, öksürüklerin ve kahkahaların yükseldiğini duyduğuna yemin edebilirdi.
Bu sıradan görüntülerin nasıl düşler yarattığına şaşmamak elde değil. Bu ahşap duvarların içinde yaşamış çocuklar, tıpkı bala yapışmış bir sinek veya buzun içinde donmuş bir mamut gibi doğa yasalarına göre çoktan bu dünyadan göçüp gitmiş olsalar da, görüntüleri ve sesleri mucizevi bir şekilde ahşabın üzerinde korunmuş gibiydi.
Bunu bir tek ben söylemiyorum. Ada sakinleri de yetimhane binasının perili olduğunu söyleyerek bana katılıyorlar. Örneğin beni tepeye kadar çıkaran faytoncu yetimhanenin ardındaki çam korusunu işaret ederek orada bazı geceler bir bebeğin ağladığını duyduğuna yemin ediyor. Uzun süre binanın içinde tutulan piyanolardan yükselen sesleri dinlemiş olanlar da var.

Kronoloji
1898-1899 yılları arasında bir Fransız şirketi tarafından Prinkipo Palas adından bir otel olarak inşa ediliyor.
1902 yılında Rum yetimhanesine çevriliyor.
1914-1918: I. Dünya Savaşı yılları. Yetimhanede Kuleli Askeri Mektebi’Nin öğrencileri kalıyor.
1918: Yetimhane binasına Rus göçmenler yerleşiyor.
1964: Yetimhane Heybeli Ada’ya taşınıyor ve bina boş kalıyor.


Zarifiler kimdir?
Zarifiler’in kökü 1800’lerin başına dayanır. İlk Zarifi Bey, Paşalimanı Adası’ndan İstanbul’a gelmiş, burada şarapçılık ve pekmez yapımıyla uğraşmış, sonrasında ise büyük bir servet sahibi olmuştu. Karısı Sultana’dan Yani adında tek bir oğlu vardı.
Bir süre sonra Yani Bey, Mora’daki Yunan ayaklanmasını desteklediği için Odessa’ya kaçmak zorunda kalmıştı Ancak oğlu Yorgo kısa zaman sonra İstanbul’u özleyecek ve geri dönmenin bir yolunu bulacaktı. Zamanla II. Abdülhamit’in mali danışmanlarından biri olacak ve Osmanlı Bankası’nın kurucuları arasına katılacaktı.
Vaktiyle otel olarak yapılan binayı yetimhane olması şartıyla Patrikhane’ye bağışlayan Eleni Zarifi ise Yorgo Zarifi’nin oğlu Leonidas’ın eşiydi.

What matters most is how well you walk through the fire - Charles Bukowski

Kadife Günler - Kaş


Her şey Kaş’ta bir otel odasında yarı açık bir kitap, toplanmamış bir yatak ve etrafa dağılmış kıyafetlerin o insanı sıcak bir mahmurluğa gömen görüntüsüyle başlıyor. Akşamüstü esintisiyle birlikte salınan dantel perdelerin arasından içeri çakırkeyif bir ışık dolmakta. 50’li yılların incecik kaşlı kadınlarının, Ava Gardner’ın, Marlene Dietrich’in, Bette Davis’in boğuk kahkahasına benzeyen gösteriş yapmaktan hoşlanan bir ışık bu; denizin Curaçao likörü mavisi, kayalıklara vuran dalgaların karanlığı, balkonlarda uçuşan fuşyaların neşesi ve gökyüzündeki kocaman altın bir balığı andıran güneşin pullarından meydana gelmiş sanki. Öyle ki, Kaş’ın en saf ışığı bile insanın ruhunu kavuruyor.

(devamı: Tempo Travel yaz sayısında)

all good things are wild and free

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Bjork - Play Dead

Darling... Sık sık dinlemesem de bu şarkı benim 'ilk 5'ime havada karada girer.

Toby Aimes ve 90'lar

Artık Lonely Planet ve BBC için programlar yapsa da, Toby Aimes'in hayatımda büyük bir yeri var. 1995'den itibaren salı akşamları yayınlanan MTV Alternative Nation'ın nevi şahsına münhasır sunucusu olarak uzun bir süre gece yarılarına kadar televizyon başında oturmama neden olan adamdı kendisi.
Dik saçları, kediyi andıran suratı, uzun pardesüleri ve o büyüleyici İngiliz aksanıyla aynı dönemde literatürüme giren cool'un da kelime anlamıydı. Okula giderken bindiğim vapurda onun programında öğrendiğim isimleri dinlerdim. Aslında beni ben yapan bütün müzisyenleri; Björk'ü, Nick Cave'i, PJ Harvey'i, Blur'ü vs... hep onun sayesinde tanıdım.
Keşke birileri 24 Hour Party People tadında bir Toby Aimes ve Alternative Nation filmi de yapsa.

Picasso ve Bardot


İnsana ilham veren bir an

Senyor Borges ve Mister Nicholson


"Rüyalarım hiçbir zaman canımın çektiği o vahşi hayvanı yaratamıyor," demiş Boges. Ama ben en azından neye benzeyeceğini biliyorum:)

Freedom of My Mind

"Lock up your libraries if you like, but there is no gate, no lock, no bolt that you can set upon the freedom of my mind" - Virginia Woolf

Mutfakta Dinlenecekler: 1 Numara

Dancing with Myself - Nouvelle Vague

Hidden Flame

Not a sigh, nor a tear, my pain discloses. But they fall silently, like dew on roses - John Dryden (Hidden Flame)

Downtown Abbey

Downtown Abbey, Titanik'in batmasıyla başlayan bir İngiliz draması. Yaşlı kontesler, büyük malikaneler,av partileri ve görgü kuralları.

Öteki Sevgililer

Marguerite Duras'ın Sevgili adlı romanının odağında Mekong Irmağı'nı geçen on beş buçuk yaşında, yoksul bir Avrupalı kız var. Başında erkek şapkası, üzerinde ham ipekten yıpranmış bir giysi, ayaklarında yaşına uymayan lame pabuçlar ve dudaklarında kiraz rengi bir ruj. Edebiyatın kaynağı olan o karanlık hiçlikten çıkmış ve gene aynı hiçliğe karışmış. Gene de arada sırada, Sevgili'deki adı bilinmeyen bu kızın başka karakterlerde isim bulduğunu düşünmeden edemiyorum. Kate Moss'un 1993 Vogue'undaki "barely there" fotoğrafları, Mathilda'nın Leon'a aşık olduğunu söyleyişi, Elisa'da Vannessa Paradis'nin Gerard Depardieu'yla dans edişi bana hep "Öteki Sevgili" anları gibi gelmiştir.
Şimdi bu listeye bir yenisi daha eklendi: Emelia. Jessica Brown Finlay ve Sebastian Koch'un başrolleri paylaştıkları film İrlanda Denizi'ndeki ıssız Isle of Man'de geçiyor ve tıkanmış bir yazarla kitap yazan bir kızın ilişkisini anlatıyor.

Nick Cave and Neko Case - She's Not There (True Blood 4)

"No one told me about her, the way she lied.
Well, no one told me about her, how many people cried.
But it's too late to say you're sorry.
How would I know, why should I care?
Please, don't bother tryin' to find her,
she's not there."

Ejderha Dövmeli Kız

Bıçak gibi bir kitap, bıçak gibi bir fragman ve bıçak gibi bir müzik. Kanlar içindeyim.

La Fille sur Le Pont




"Aşık olduğunuz anda panik yapmayın. Bir yere oturun, derin nefes alın ve katilinizle tanışmanın tadını çıkartın." (La Fille sur Le Pont - Köprüdeki Kız)

Büyük Yazarlar İki Paragraf Arasında Ne Atıştırır?

Yazı yazarken arada bir masadaki bitki çayından tüten dumanlara bakmak galiba bana o çayı içmekten daha çok zevk veriyor. Ihlamur'un kokusu en ölü beyinleri bile canlandırabilir kanısındayım. Acıkınca Datça bademi ve anasonlu kıtırlar da çayla oldukça iyi gidiyorlar. Kuru ekmek kemirmek ise çocukluğumdan beri vazgeçemediğim bir alışkanlık.
Peki ya öteki yazarlar? Onlar iki paragraf arasında ne yer, ne içer?

Klasik Edebiiyatın Kanına Karışanlar

Balzac'tan Huxley'e edebiyatçıların kitaplarında kullandıkları alkoller, uyuşturucular ve asitik maddeler:

Holly Miranda - Pelican Rapids(poolhouse mix) by holly miranda

"and where you are
and what you do
is never enough reason to be sorry"


"Such a pretty house, such a pretty garden"
Regina Spector -- No Surprises

Bob Dylan ve Lunaparktaki Aynalar


Ne zaman durup da şöyle bir etrafımıza baksak modern popüler kültürün Marilyn Monroe’dan Madonna’ya kadar, iz bırakan büyük sanatçıların taklitleriyle dolu olduğunu fark ediriz. Kalıbı son derece sağlam bir ayakkabıyı andıran Bob Dylan ise geçen yıllar boyunca modern kültür karşısında hep biraz zorluk çıkartmışa benziyor.

Yalnız kalpli bir mistik olarak Robert Zimmerman adıyla dünyaya gelen sanatçının gizemli katmanları olan bir yaşam öyküsü var. Eisenhower dönemi Amerika’sında Yahudi bir genç olarak büyümüş ve soyadını İrlandalı şair Dylan Thomas’dan etkilendiği için değiştirmiş. Cıva gibi çabuk değişen kişiliği sayesinde bazen altına bazense çöpe dönüşebilen ama eşsizliğini asla kaybetmeyen şarkılar yazmış. Dylan, modern kültürü yaşamaktansa onu tercüme etme gereksinimi duyan ve umursamaz bir ses tonuyla “Ne zaman her şeyini kaybettiğini düşünsen, hala kaybedecek bir şeyler daha olduğunu fark edersin,” gibi anlaşılması güç sözler eden bir sanatçı. Herkes konuşup içerken, gitar çalıp rollerini ezberlerken Bob Dylan sanki hiç orada olmamış, hep bambaşka bir dünyadaymış gibi oturuyor modern kültürün ortasında. Arada bir bizden uzaklaşıyor, sonra tekrar aramıza dönüp daktilosunda bir şeyler yazıyor, gitarını hafifçe tıngırdatıyor ve bu bile bazen insanın vücudundaki bütün kanın çekilmesine neden olabiliyor.

Doğu'nun İncisi - Pera Palas


Yeniden restore edilen Pera Palas yepyeni yüzüyle 2010’da ziyaretçilerini ağırlamaya başlayacak. Peki eski konukların hayaletleri otelde konaklamaya devam edecekler mi?

Birkaç yıl önce Tepebaşı’ndan geçip giden bir insanın, Pera Palas’a baktığında kendini batıl bir inancın pençesinde kaybetmemesi çok zordu. Bu otelle ilgili efsaneler o kadar inanılmazdı ki, saray şeklinde tasarlanmış mimarisini ve bulunduğu yeri kaplayan tarihi havayı dağıtıp, binanın yanından geçip gitmek imkansızdı. Gökteki havayla alakası olmayan bir şeydi bu; Haliç’in gürültüsünden, binanın hortlaksı solukluğundan, buna karşın pencerelerinden fışkıran olağanüstü parlaklıktan yansıyan bir havaydı. Esrarengiz bir pus çökmüştü otelin üzerine. Bir yüzyıldan fazla süredir gördükleri karşısında sıkılmış ve içine kapanmış ihtiyar bir hanımefendiyi andırıyordu. Eğer bir rüyadan başka bir şey olmayan bu kuruntuyu üzerinden atabilirse insan, bu hüzünler otelinde bir gece geçirmeyi düşünebilirdi. Ve işte o zaman ihtiyar kadınların dolapları gibi kokan odalarda, bir zamanlar Orient Express treniyle gelen ünlü isimlerin izlerini sürebilir ve otelin kurum kaplı esrar perdesini bir miktar aralayabilirdi.
Bugün o esrar perdesi hala yerinde duruyor, ama lekeleri temizlenmiş, beyazlatılmış ve kokular sürünmüş olarak. Çünkü otel sıkı bir restorasyon geçirdi ve yeniden konuklara açıldı. 1893 yılında Orient Express’in yolcularını ağırlamak için İstanbul’un ünlü mimarı Aexander Vallury’e yaptırılan otel, Doğu’nun ve Batı’nın buluştuğu İstanbul’da bu sentezi en iyi görebileceğimiz yerlerinden biriydi. Abdülaziz döneminin en revaçta mimari akımı olan Art Nouveau ve Art Deco tarzında yapılmış, rokoko lambrileri, Schindler marka asansörü ve ağır mobilyalarıyla dönemin Avrupa saraylarını andırıyordu. Gene de sandalye kumaşlarındaki, duvar ve tavanlardaki arabesk süslemelerle Doğu’yu da içinde barındırıyordu.

411’deki anahtar

Kadın casus Mata Hari idam edilmeden bir sene önce burada entrika dolu geceler geçirmiş, Greta Garbo bir playboy tarafından kendisi için tutulan odada kalmış, paparazzilerden rahatsız olan Jacqueline Kennedy arka kapıdan kaçmış… Bu hikayelerin sonu yok. Otelin birçok politikacıyı, asilzadeyi, casusu ve yıldızı ağırladığını, türlü türlü entrikaların çevrildiğini, seks, tutku ve intikam dolu gecelerin yaşandığını düşününce insanın nefesi kesiliyor. 1941 yılında otelin asansöründe patlayan bir bomba sonucu altı politikacının suikasta kurban gittiği ve I. Dünya Savaşı’nda itilaf kuvvetlerini ağırladığı söylenenler arasında. Ama en bilinen hikaye Agahta Christie’ye ait olanı. Cinayet romanları yazarı Christie otelin 411 numaralı odasında kaldığı süre içinde hem “Şark Ekspresi’nde Cinayet’ adlı romanını yazmış, hem de 1926 yılında burada sır dolu 11 gün geçirmiş. 1979 yılında bu 11 günün esrarını çözmek isteyen Tamara Rand adında bir medyum Agahta Christie’nin ruhunu çağırmış ve ondan sırrının bir günlükte saklı olduğunu, bu günlüğün anahtarınınsa Pera Palas otelindeki 411 numaralı odada bulunduğunu öğrenmiş. Gerçekten de odada bir anahtar bulunmuş. Ama anahtarın sırrı hala çözülebilmiş değil.

Tablonun esrarı

Pera Palas’ın çok az bilinen bir esrarı daha var. Gizli odaları, Orient Express günlerinden kalma gümüş takımları, kristal şamdanları dışında otelde bir de çok değerli yağlıboya bir tablo bulunuyor. Restorsayon öncesinde yemek salonunda asılı duran tabloyu kimin ne zaman yaptığı bilinmese de her on senede bir, aynı gün gizemli bir nedenden ötürü tablo çivisinden çıkıyor ve yere düşüyor. Onu aşağı atan yaramaz bir hayalet mi, yoksa zamanda ve mekanda oynanan çözülmemiş bir fizik kuralı mı bilinmez, ama tablonun düşeceği gün altında oturmamakta fayda var.

Ölülerin Küçük Bahçeleri

Arada bir sahnenin düzenini değiştirmek, resmin ayrıntılarına başka bir açıdan bakmak gerekebilir. Örneğin bunu Beyoğlu’nda yaptığımızda karşımıza yepyeni bir manzara çıkabilir. Mesela 18’inci ve 19’uncu yüzyılda Beyoğlu bölgesini ziyaret eden yabancıların seyahat notlarına, resimlerine ve eski haritalarına baktığınızda o zamanlar Pera denilen bu bölgenin kocaman bir kabristan olduğunu görürsünüz. Evet, sadece 200 yıl önce Beyoğlu, Grand Champs Des Morts (Ölülerin Büyük Bahçesi) denilen yerdi. Dünyanın en büyük kabristanlarından biri ve ölümle yaşamın iç içe geçtiği kutsal bir bölgeydi. Taksim tepesinden başlayan kabristan bir taraftan güneşin altında güle oynaya Dolmabahçe’ye kadar iniyor, öte taraftan ise Haliç’in rıhtımlarının nefes kesen manzaraları eşliğinde Tepebaşı’na varıyordu. Burada da Petit Champs des Morts (Ölülerin Küçük Bahçeleri) denilen kabristan uzanıyordu ve bugünkü TRT binasının olduğu yerden Pera Palas’a kadar uzanan bir alanı kaplıyordu. Fakat 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan hızlı şehirleşme ve yangınlar dünyanın bu en cıvıl cıvıl kabristanlarının sonunu getirdi. Şimdi ölülerin küçük bahçesinin üzerinde yükselen Pera Palas’ın manyetizmasının Sherlock Holmes romanlarından çıkma bir hafiyeliğe bürünmesinin sebebi bu olabilir. Eskiden beri otelin bir canlanıp bir durgunlaşan ruh hali Beyoğlu akşamlarında ölülerle yaşayanları birleştiriyor.
Gelmiş geçmiş en büyüleyici otellerden biri Pera Palas. Ve herhalde burada yapılacak en güzel şey brendi ve şampanya eşliğinde dürbünle Topkapı Sarayı’nı seyretmek.