6 Ağustos 2011 Cumartesi

Doğu'nun İncisi - Pera Palas


Yeniden restore edilen Pera Palas yepyeni yüzüyle 2010’da ziyaretçilerini ağırlamaya başlayacak. Peki eski konukların hayaletleri otelde konaklamaya devam edecekler mi?

Birkaç yıl önce Tepebaşı’ndan geçip giden bir insanın, Pera Palas’a baktığında kendini batıl bir inancın pençesinde kaybetmemesi çok zordu. Bu otelle ilgili efsaneler o kadar inanılmazdı ki, saray şeklinde tasarlanmış mimarisini ve bulunduğu yeri kaplayan tarihi havayı dağıtıp, binanın yanından geçip gitmek imkansızdı. Gökteki havayla alakası olmayan bir şeydi bu; Haliç’in gürültüsünden, binanın hortlaksı solukluğundan, buna karşın pencerelerinden fışkıran olağanüstü parlaklıktan yansıyan bir havaydı. Esrarengiz bir pus çökmüştü otelin üzerine. Bir yüzyıldan fazla süredir gördükleri karşısında sıkılmış ve içine kapanmış ihtiyar bir hanımefendiyi andırıyordu. Eğer bir rüyadan başka bir şey olmayan bu kuruntuyu üzerinden atabilirse insan, bu hüzünler otelinde bir gece geçirmeyi düşünebilirdi. Ve işte o zaman ihtiyar kadınların dolapları gibi kokan odalarda, bir zamanlar Orient Express treniyle gelen ünlü isimlerin izlerini sürebilir ve otelin kurum kaplı esrar perdesini bir miktar aralayabilirdi.
Bugün o esrar perdesi hala yerinde duruyor, ama lekeleri temizlenmiş, beyazlatılmış ve kokular sürünmüş olarak. Çünkü otel sıkı bir restorasyon geçirdi ve yeniden konuklara açıldı. 1893 yılında Orient Express’in yolcularını ağırlamak için İstanbul’un ünlü mimarı Aexander Vallury’e yaptırılan otel, Doğu’nun ve Batı’nın buluştuğu İstanbul’da bu sentezi en iyi görebileceğimiz yerlerinden biriydi. Abdülaziz döneminin en revaçta mimari akımı olan Art Nouveau ve Art Deco tarzında yapılmış, rokoko lambrileri, Schindler marka asansörü ve ağır mobilyalarıyla dönemin Avrupa saraylarını andırıyordu. Gene de sandalye kumaşlarındaki, duvar ve tavanlardaki arabesk süslemelerle Doğu’yu da içinde barındırıyordu.

411’deki anahtar

Kadın casus Mata Hari idam edilmeden bir sene önce burada entrika dolu geceler geçirmiş, Greta Garbo bir playboy tarafından kendisi için tutulan odada kalmış, paparazzilerden rahatsız olan Jacqueline Kennedy arka kapıdan kaçmış… Bu hikayelerin sonu yok. Otelin birçok politikacıyı, asilzadeyi, casusu ve yıldızı ağırladığını, türlü türlü entrikaların çevrildiğini, seks, tutku ve intikam dolu gecelerin yaşandığını düşününce insanın nefesi kesiliyor. 1941 yılında otelin asansöründe patlayan bir bomba sonucu altı politikacının suikasta kurban gittiği ve I. Dünya Savaşı’nda itilaf kuvvetlerini ağırladığı söylenenler arasında. Ama en bilinen hikaye Agahta Christie’ye ait olanı. Cinayet romanları yazarı Christie otelin 411 numaralı odasında kaldığı süre içinde hem “Şark Ekspresi’nde Cinayet’ adlı romanını yazmış, hem de 1926 yılında burada sır dolu 11 gün geçirmiş. 1979 yılında bu 11 günün esrarını çözmek isteyen Tamara Rand adında bir medyum Agahta Christie’nin ruhunu çağırmış ve ondan sırrının bir günlükte saklı olduğunu, bu günlüğün anahtarınınsa Pera Palas otelindeki 411 numaralı odada bulunduğunu öğrenmiş. Gerçekten de odada bir anahtar bulunmuş. Ama anahtarın sırrı hala çözülebilmiş değil.

Tablonun esrarı

Pera Palas’ın çok az bilinen bir esrarı daha var. Gizli odaları, Orient Express günlerinden kalma gümüş takımları, kristal şamdanları dışında otelde bir de çok değerli yağlıboya bir tablo bulunuyor. Restorsayon öncesinde yemek salonunda asılı duran tabloyu kimin ne zaman yaptığı bilinmese de her on senede bir, aynı gün gizemli bir nedenden ötürü tablo çivisinden çıkıyor ve yere düşüyor. Onu aşağı atan yaramaz bir hayalet mi, yoksa zamanda ve mekanda oynanan çözülmemiş bir fizik kuralı mı bilinmez, ama tablonun düşeceği gün altında oturmamakta fayda var.

Ölülerin Küçük Bahçeleri

Arada bir sahnenin düzenini değiştirmek, resmin ayrıntılarına başka bir açıdan bakmak gerekebilir. Örneğin bunu Beyoğlu’nda yaptığımızda karşımıza yepyeni bir manzara çıkabilir. Mesela 18’inci ve 19’uncu yüzyılda Beyoğlu bölgesini ziyaret eden yabancıların seyahat notlarına, resimlerine ve eski haritalarına baktığınızda o zamanlar Pera denilen bu bölgenin kocaman bir kabristan olduğunu görürsünüz. Evet, sadece 200 yıl önce Beyoğlu, Grand Champs Des Morts (Ölülerin Büyük Bahçesi) denilen yerdi. Dünyanın en büyük kabristanlarından biri ve ölümle yaşamın iç içe geçtiği kutsal bir bölgeydi. Taksim tepesinden başlayan kabristan bir taraftan güneşin altında güle oynaya Dolmabahçe’ye kadar iniyor, öte taraftan ise Haliç’in rıhtımlarının nefes kesen manzaraları eşliğinde Tepebaşı’na varıyordu. Burada da Petit Champs des Morts (Ölülerin Küçük Bahçeleri) denilen kabristan uzanıyordu ve bugünkü TRT binasının olduğu yerden Pera Palas’a kadar uzanan bir alanı kaplıyordu. Fakat 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan hızlı şehirleşme ve yangınlar dünyanın bu en cıvıl cıvıl kabristanlarının sonunu getirdi. Şimdi ölülerin küçük bahçesinin üzerinde yükselen Pera Palas’ın manyetizmasının Sherlock Holmes romanlarından çıkma bir hafiyeliğe bürünmesinin sebebi bu olabilir. Eskiden beri otelin bir canlanıp bir durgunlaşan ruh hali Beyoğlu akşamlarında ölülerle yaşayanları birleştiriyor.
Gelmiş geçmiş en büyüleyici otellerden biri Pera Palas. Ve herhalde burada yapılacak en güzel şey brendi ve şampanya eşliğinde dürbünle Topkapı Sarayı’nı seyretmek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder